Son zamanlarda şehirlerin her köşesinde aynı sahneye rastlıyoruz: bir trafikte yol verme tartışması, parkta küçük bir sürtüşme, markette çıkan bir gerginlik… ve ardından yumruklar, tekmeler, küfürler. Sosyal medyada her gün bu görüntülerle karşılaşıyoruz. Kimi izleyip geçiyor, kimi tepki gösteriyor. Ama belki de asıl soruyu sormuyoruz: Biz nasıl bu hale geldik?
Sokak kavgaları, aslında sadece iki kişinin birbirine öfkesi değil. Bu görüntüler, toplum olarak içten içe yaşadığımız bir çürümenin belirtisi. Çünkü bir toplum önce değerlerinde, ahlakında ve vicdanında çürür; sokaklar sadece o çürümenin yansımasıdır.
Bir toplumun ruh hali en iyi kamusal alanda anlaşılır. Trafikteki sabırsızlık, market kuyruğundaki saygısızlık, sosyal medyadaki hakaret kültürü… Bunların hepsi, giderek büyüyen bir öfke ekonomisinin parçaları. İnsanlar artık birbirini dinlemiyor; empati değil, üstün gelme isteği öne çıkıyor. Adalet duygusuna olan güven azaldıkça, bireyler “haklı olmayı” değil, “hak almayı” öğreniyor.
Bu tabloyu yalnızca “saygısızlık” olarak görmek eksik olur. Çünkü her sokak kavgasının ardında biraz umutsuzluk, biraz adaletsizlik hissi, biraz da görülme isteği var. Görülmeyen, duyulmayan, dinlenmeyen insanlar bir noktada seslerini şiddetle duyurmaya başlıyor.
Toplumsal çürümeden söz edince akla hemen siyasi yozlaşma gelir. Elbette yönetenlerin ahlaki duruşu önemlidir; ama çürüme sadece yukarıdan başlamaz. Trafikte yol vermeyen sürücü de bu çürümenin bir parçasıdır. Hakkı olmayan yere park eden, yalanı “küçük bir idare” sayan, başkasının emeğine saygı göstermeyen de.
Bir toplumun temeli küçük ahlaki davranışlarla ayakta kalır. O küçük davranışlar kaybolduğunda, büyük sorunlar kapıdan girer. Bugün sokakta yaşanan öfke, aslında evde, okulda, işyerinde kaybolan saygının dışa vurumudur.
Televizyonlarda bağıranların alkışlandığı, dizilerde şiddetin kahramanlaştırıldığı bir kültürün içindeyiz. Siyaset dilinde öfke, medyada sansasyon, sosyal medyada hakaret artık olağan hale geldi. Bu koşullarda insanlar sorunlarını konuşarak çözmeyi değil, “sesini yükselterek kazanmaya” inanıyor. Şiddet, bir dil haline geliyor. Ve bu dil, bulaşıcı.
Bu çürümeyi durdurmanın yolu sadece daha çok polis, daha sert ceza değildir. Mesele yasadan önce değerler meselesidir. Eğitim sistemi çocuklara yalnızca bilgi değil, vicdan ve empati kazandırmalı. Medya, öfkeyi değil, uzlaşmayı yüceltmeli. Ve biz yetişkinler, örnek olmalıyız. Birbirimizi dinleyerek, anlayarak, sabrederek… Çünkü şiddetin panzehiri “adalet” kadar “saygı”dır da.
Sokakta bir kavga gördüğümüzde sadece iki kişiyi değil, aslında toplumun yorgunluğunu, öfkesini, çaresizliğini görüyoruz. O yumruklar, bir toplumun iç sesidir. Bu ses bize şunu söylüyor: “Artık birbirimizi duymuyoruz.”
Belki de yeniden duymaya, yeniden anlamaya, yeniden empati kurmaya başlamanın zamanı geldi. Çünkü unutmayalım; bir toplumun çöküşü sokakta başlar, ama kurtuluşu da oradan yükselebilir.